Doğadan İlham Alan Tasarımlar
Doğa Ve Mimarlık Arasındaki Simbiyotik İlişki
Royal Holloway University Language Labs, 1995: Selçuk Avcı as Design Director. imaj © ECD Architects
Aslında tüm kaynağını doğa olarak ele alan tasarımlar, doğanın verilerini mekansal, işlevsel ve organizasyonel değişiklerle kendi yapı teknolojilerini üreten farklı mekansal dönüşümler yeni bir kurgu olarak karşımıza çıkmıyor. Eski Roma evlerindeki erken dönem atriumlar, Bizans dönemi yer altı ısıtma sistemleri, Harran evleri ve termit yuvaları gibi doğanın mühendisliği esinlendiren bakış açısı sonucundan ortaya çıkan örnekler… Bu örneklerin mimari ile ilişkilendirilmesi durumu, tarih boyunca iklimlendirme, doğal aydınlatma, bina içindeki ve bina dışındaki sıcaklık, nem, rüzgar hızı gibi kendi yapı teknolojilerini üreten sistemler üst başlığında sınıflandırılıyor. Ancak, bu sistemlerin matematiksel, kurgusal ve sistematik olarak mimariyle ilişkilendirilmesi ise, 1990’ların ortasından itibaren görülmeye ve kullanılmaya başlanıyor. Fakat doğal kaynaklarla ya da doğanın verileriyle birlikte çalışan mekan üretme biçimleri, aslında tarihi tekerrürü ya da tarihteki başarılı örnekleri aynı şekilde günümüze uyarlamayı hedef almıyor. Yani, her mekan kendi bağlamının içinde değerlendirilerek çözüm üretmeyi gerektiriyor ve yine her mekan tasarımı günümüzün iklimlendirme sistemleri, malzeme ve teknoloji olasılıklarıyla hareket ediyor. Dolayısıyla, buradaki asıl hedef geçmişteki yapıların doğal verilerle kendi iklimlendirme sistemlerini nasıl yarattıklarını anlamaktan geçiyor.
Günümüzde küresel bir tehlike arz eden iklimsel değişiklikler, karbon salınımları, profil dönüşümleri (iklim değişiklikliği yüzünden ortaya çıkan etnik sorunlar) , göçler, çevresel felaketler, azalan temiz su kaynakları gibi değişimler hiç kuşkusuz yaşamın kemiğine dokunan meseleler haline geliyor ve mimari üretim pratiklerinin de yeniden sorgulanmasını gerektiriyor. Bu açıdan bakıldığında, dünyada üretilen enerjinin yaklaşık %40’nı harcayan yapı endüstrisini sadece ekolojik binalar üreterek sürdürülebilir kılmak yetmiyor, bununla birlikte tüm tasarım ve yaşam felsefemizi ve paradigmalarımızı da yeniden tariflememiz gerekiyor.
imaj © Avcı Architects
Türkiye giderek daha da çölleşiyor…
Bu grafik bize bugünün CO2 oranlarının 3 milyon sene öncesiyle aynı seviyede olduğunu gösteriyor. Bu grafiğe bakıldığında hangi tehlike sınırları içine dahil olduğumuzu görmek çok da zor değil. İçinde bulunduğumuz dönem (2000AD) ve daha öncesine bakıldığında 400,000 yıl önceki noktanın daha da üstünde olduğumuz görülüyor ve karbon salınımlarını %70’e indirdiğimiz durumda “turuncu’’ noktaya erişebiliyoruz, hiç bir şey yapılmadığı durumda ise “kırmızı’’ noktaya varıyoruz. Bu veriler, değişen iklim şartları ya da göç problemlerinin bu ciddi dönüşümün tam da merkezinde konumlanması, 2030 ya da 2050 senesinde kendini hissetirmeye başlayacak olan kuraklığın nasıl patlama noktasına geldiğini açıkça gösteriyor. Bu dengenin ve bozulmanın kaçınılmaz sonuçlarının insan, doğal çevre, yapı ve ekolojik sistemi nasıl köklü bir biçimde etkilediği ya da neleri/nasıl değiştireceği hiç kuşkusuz biliniyor. Bu durumda Türkiye’nin çölleşme sınırında olması ve süregelen felaketler, bireylerin ya da mimarın rolünü aslında yeniden tarifliyor.
Bu tehlikeli dönüşüm, içinde bulunduğumuz gezegende varlığımızı sürdürebilmek adına çevreyi kendimize adapte etmektense doğa ile birlikte evrilmenin yollarını aramamız gerektiğini gösteriyor.
En önemlisi de tehlike sinyalleri altındaki bu çıkarımların, mimarın pozisyonunu bir misyon edinen şeklinde tanımlamamakla birlikte, bireysel farkındalığın aslında nasıl araçsallaşabileceği konusunda önemli bir gösterge haline getiriyor. Mimarın buna karar verme mekanızması, sebep-sonuç ilişkisi, bilişsel eylem ve uygulayış şekli de mimarideki doğal üretimin sıradanlığı ile evrilmeye başlıyor.
imaj © Avcı Architects
Uzun vadeli derin Ekoloji mi? Kısa vadeli Sığ Ekoloji mi?
Norveçli filozof Arne Næss “Derin Ekoloji’’yi insanın doğaya üstünlüğünü reddeden radikal bir hareket olarak tanımlar. Adını 1973 yılında Næss tarafından yayınlanan bir makaleden alan “Derin Ekoloji / Deep Ecology’’ kavramı ideolojik bir akımdır, ve radikal bir şekilde insanı evrenin merkezine yerleştirilmemesini esas alarak, bireylerin ve toplumların doğaya karşı saygı duyması, doğayla birlikte yaşamayı ve ekosistemi bir bütün olarak ele alarak türlerin sürekliliğini savunur. Næss’in “doğaya saygı etiği’’ burada kendini sürdürülebilir mimari açısından daha da önemli kılıyor. Çünkü uzun vadede sürdürülebilir bir gelişim ancak Avcı Architects’in de sürekli projelerinde altlığını oluşturduğu Etik, Ekolojik, Ekonomik (3E) prensipleri arasındaki dengeyi kurarak var olabiliyor. Uzun vadedeki bir tasarım sürecinin altını besleyen tüm canlıların varlığını özümsemesi ve onların sürekli yaşamını sürdürebilmesi için kabul edilen mimarın ideolojik, etik ve politik yaklaşımı “biyomerkezcilik’’ başlığı altında şekilleniyor.
“Bugünün Türkiye’sinde Mimarlık Tartışmak” başlıklı konferansta Selçuk Avcı “Derin Ekoloji ile Sığ Ekoloji” adlı sunumu yaptı.
İzleSürdürülebilirlik tanımı ilk kez 1987 yılında The Brundtland Commission tarafından yayımlanan Brundlant Raporu ile teknik olarak tanımlanıyor. Bu rapora göre, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap veren, insanlığın günlük ihtiyaçlarının temin edilmesi, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahip olması ve çevreyi ve yeryüzündeki tüm insanların yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemi, sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme ve refah seviyesini yükseltme üzerinden anlam kazanıyor. Sonuç olarak, “derin ekoloji’’ hareketi tüm canlıların varlığını aynı ölçüde ele alan ve dengede tutan bir ideolojik yaklaşımı kabul ediyor.
biomimetik yapılar. imaj © University of Buffalo, Department of Architecture
Biomimicry: Doğadan ve tarihten öğrendiklerimizi mimariye nasıl aktarabiliriz?
Yaratıcısı Amerikalı Janine Benyus’a ait olan Biomimicry (bio-taklit) yaklaşık 10-30 milyon arası canlı türü üzerinde araştırmalar yapan ve 3,8 milyar yıllık bir arge kaynağına sahip olan doğayı ciddi bir laboratuar ortamı olarak ele alıyor. Janine Benyus biomimicry‘nin doğal bir oluşum olduğunu, doğadan öğrenmenin, taklit etmenin ya da esinlenmenin mühendisler ve mimarlar için nasıl yaratıcı çözümlere indirgenebileceğinin altını çiziyor. Biomimicry’nin yükselişi ya da mimari ile ilişkilenmesi aslında doğada çok iyi adapte olmuş çözümleri incelemek ve nasıl şekillendiğini gözlemlemekle başlıyor, çünkü burada kendi doğal çözümlerini üreten örnekler/oluşumlar aslında sürdürülebilir mimarinin önemli araçları ve mühendislik altyapısını da sorgulayan yaratıcı çözümler olarak karşımıza çıkıyor.
imaj: Savannah Karınca Dağları ngari.norway @ Flickr
imaj: Avcı Architects
Bunun ilk örnekleri, “karıncaların iç güdüsel mimarisi’’ olarak tarihe geçen Savannah’taki karınca evleri. Bu örnekler, Benyus’un karınca yuvaları üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda 1980’lerde karıncaların içgüdüsel yönlendirmelerle nasıl bir mimari ürettiğini anlatıyor. Kendi ortam sıcaklığını bulmak için dışarda 50 derecelik bir ortamda karıncaların içeride 30-31 dereceyi bulmaları için bir çekirdek gerekiyor ve bu çekirdeği tamamen içgüdüsel yönelmeyle buluyorlar. “Biomimetic Mimarlık’’ olarak adlandırılan ve kaynağını da tarihten olan diğer bir örnek ise İtalya Costozza’da yer alan 18.yy’a ait Villa Trento Carli’de ise tamamen yer altında açılan bir kanalla doğal soğutma sağlanıyor.
Villa Trento Carli , İtalya, Costozza. imaj: Avcı Architects
Bu örneklerden yola çıkarak, dışarıdaki havayı kullanarak ortamdaki istenilen sıcaklığa ulaşması için kullanılan doğal sistemlerin, teknolojiyle birlikte matematiksel ve kurgusal bir labirent sistemine dönüşmesi ise 1999 yılında Selçuk Avcı’nın da aralarında bulunduğu davetli yarışmada Feilden Clegg Bradley Architects tasarımı olan Earth Centre projesi için önerilen “labirent sistemi’’ (motorsuz havalandırma) şeklinde, doğal iklimlendirmeye en yaratıcı çözüm olarak sunuluyor. Doğal hava akımını kullanarak, labirentten çıkan havayı binanın kemiklerinden geçirip yapıya dağıtan bu sistem, tarih boyunca tanıklık ettiği doğal iklimlendirme örneklerinin binalarda tasarlanan ilk yaratıcı ve kurgusal çözümü olarak görülüyor. Tüm bunların yanısıra, 1990’lı yıllarda kendini doğayla birlikte var etmeye başlayan “doğayla düşünme’’, “doğadan öğrenme’’, “doğaya-adapte olma’’ tasarım yöntemleri ve düşünce biçimleri Çin, Amerika, İngiltere, Güney Amerika gibi dünyanın bir çok yerinde salgın gibi kendini çoğaltıyor.
Royal Holloway University Language Labs, 1995: Selçuk Avcı as Design Director. imaj © Selçuk Avcı
Earth Centre, Doncaster-Feilden Clegg Bradley Architects. imaj: Atelier On
Sonuç olarak tam da bu noktada, “biomimetic mimarlık’’, “biomimicry’’, “biomerkezcilik’’ gibi kavramların ideolojilerin çok ötesinde, mimarlık pratiğinde/üretiminde sadece alternatif bir model olarak görülmüyor ya da uygulanmıyor. Türkiye’deki açığın %70’nin enerji ithalatından kaynaklandığı ve 2015–2017 dönemi için öngörülen yıllık ortalama ithalat bedelinin 60 milyar dolar olduğu da enerji verimliliğinde ciddi adımlar atılması gerektiğini bir kez daha vurguluyor. Doğayla- doğadan öğrenen bir mimarlık pratiğini hayatın tüm prensiplerine işlenmesi ve uygulanması gereken akılcı bir üretim biçimi olduğunu savunan Avcı Architects, basit, doğal, akılcı ve uygulanabilir sistemlerle binalarda nasıl %50 enerji tasarrufu sağlayabileceğimizin ve mimarın/tasarımcının bireysel sorumluluğunun yanısıra toplumsal rölünün de gelecek senaryoları içermesi gerektiğinin önemle altını çiziyor.