Sanja Jurca Avcı ve Selçuk Avcı Söyleşisi İstanbul Art News’te…
Selçuk Avcı ve Sanja Jurca Avcı’nın sergi mekanlarının değişen mimarisi üzerine yaptığı söyleşi Istanbul Art News’in Eylül 2016 sayısında yer aldı.
“istanbul, Pompidou’ya benzer bir sanat merkezine ihtiyaç duyuyor” Usta mimar Selçuk Avcı’yı Türkiye’de yapağı başarılı işler ile tanıyoruz. Ancak Avcı Architects Türkiye tecrübesinden önce ingiltere başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde de iyi yapılar üretmiş bir büro. Sanja Jurca Avcı ise Avrupa ve son yıllarda Türkiye’de pek çok farklı şehirde sergi tasarımları yapıyor. Selçuk Avcı ve Sanja Jurca Avcı ile sergi mekanlarının değişen mimarisini konuştuk.
Öncelikle şunu sormak istiyorum, Avrupa’daki sergi alanlarıyla ilgili yeni gelişmeler var mı?
Selçuk Avcı: Avrupa’da sadece İngiltere, Fransa ve Almanya gibi belli başlı ülkeler hakkında, kısıtlı deneyime sahibim. Ancak tahmin ediyorum ki birçok Avrupa şehrindeki genel akımlar birbirlerine benzer. Bu da daha çok özel koleksiyoncunun ve yardımsever yatırımcının, toplumun yararına çalışmalar yapmak adına galeriler ve müzeler açmasıyla sonuçlanıyor. Ancak bu kurumların mirasına dönüşecek olan ikonik yapılar tasarlama niyetleri konusunda sıklıkla şüpheye düşüyorum. Paris’te bulunan Bois du Boulogne’daki Louis Vuitton binası bunun iyi bir örneği. Yapı bütçesinin büyük bir bölümü içerdiği sanat yerine, yatırımın ve yatırımcının büyüklüğünü göstermek için harcandı. Ancak aynı zamanda güzel örnekler de mevcut. Londra’da bulunan Tate Bankside Müzesi, tam zıttı bir yaklaşım doğrultusunda sanata hizmet etmek için tasarlanan güzel bir örneği temsil ediyor. Bununla birlikte görkemli bir sanat deneyimi sağlama arzusunu bastıran Tate Modern’in Herzog & De Meuron uzantrsındaki mimarlık anlayışı hakkında aynı hisleri paylaşamıyorum.
Sanja Jurca Avcı: Londra ‘da bu olumsuz yaklaşımların karşısında duran Saatchi, Lisson, White Cube, Whitechapel ve bunun gibi yalnızca sanata hizmet etmek için başarıyla tasarlanmış ünlü birçok örnek de mevcut.
Galeri mekanları açısından Avrupa ve Türkiye arasındaki farklar nelerdir?
S.JA: Bana göre İstanbul bu konuda şimdiden iyi bir başlangıç gerçekleştirdi ve daha da fazlasının listeye ekleneceğine inanıyorum. İstanbul Modern ve Sabancı Müzesi bu bağlamda çok iyi örnekler ancak maalesef bu liste biraz kısıtlı ve insan daha fazlasını görmek istiyor. Mekan bağlamında o kadar olmasa da küratöryel yönetimi ve içeriği açısından Pera Müzesi de çok başarılı.
S.A.: Uluslararası sanat fuarlarına gösterilen büyük ilgiden de anlatılacağı üzere, bence şu an İstanbul’da sanata ilgi konusunda büyük bir patlama yaşanıyor. Ayrıca yukarıda bahsi geçen üç örnek de gösterdikleri liderlik sayesinde İstanbul’daki çıtayı yükseltiyorlar. Nicelik olarak her ne kadar Londra’daki mekanların seviyelerine ulaşamasa da İstanbul hızlı bir şekilde arayı kapatıyor.
S.JA.: Evet, buna katılıyorum. İstanbul söz konusu olduğunda hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramıyorum. Ancak yine de bu şehirde eksik olduğunu düşündüğüm küçük ölçekli tasarlanan sanat mekanlarını daha fazla görmek isterdim. Bana göre esas fark sanat pazarının gelişmesinde yatıyor. Bu bağlamda Londra, Paris ve New York 50 sene ilerimizde bulunuyorlar. Buna rağmen halihazırda İstanbul’da muhteşem sanat mekanları bulunuyor. Bence İstanbul’da da özel fonlu sanat mekanlarını gitgide daha fazla görmeye başlayacağız.
S.A.: Şu anda çok sayıda sanat galerisinin tasarlanmak üzere olduğuyla ilgili haberler alıyorum ve bu konuda oldukça heyecanlıyım.
Size göre ‘mevcut bir mekanı dönüştürmek’ ile ‘yeni bir mekan yaratmak’ arasındaki yaklaşım farkı ne olmalıdır?
S.JA.: Her iki durumda da eğer mekan tamamıyla çağdaş sanata adanmışsa, her adım, yapıdan ziyade sanatın ön plana çıkması ve ilgi odağı olması için atılmalıdır. Dönüştürülmüş mekanlar durumunda ise her ne kadar güçlü ve zayıf olsalar da şüphesiz hepsinin kendine ait bir karakteri bulunmakta. Mekanın bu karakteri, mekanın içine sanat eserleri yerleştirildiği anda onlarla bir çeşit ‘diyalog’ kurmaya başlar. Bu diyalog uyumlu, aralarında ilgi çekici bir zıtlık barındıran bir şekilde veya daha farklı bir karakterde olabilir. Ancak amaç her zaman sanat eserlerinin vurgulanması ve öne çıkartılması olmalıdır. Bu nedenle dönüştürülen mekanların, içlerine yerleştirilecek sanat eserleri bağlamında bazı kısıtlamalara sahip olduklarını söyleyebilirim. Bana göre yeni ve belirli bir amaca yönelik tasarlanan sergi mekanları olabildiğince nötr ve neredeyse karaktersiz bir yapıda olmalılar. Bu mekanlar, içlerine herhangi bir eseri yerleştirmeyi mümkün kılarlar. Fiziksel kısıtlamalar elbet olacaktır ancak karakter açısından mekanın kendisi ideal olarak ‘karaktersiz’ veya ‘nötr’ olduğu için, sanat eserleri sadece kendi aralarında monolog veya diyalog gerçekleştirirler.
SA: Bana göre dönüştürülmüş mekanlar konusunda Tadao Ando tarafından dönüştürülen Venedik’teki Punta Della Doğana yapısı çok iyi bir örnek teşkil ediyor. Ando burada, yapının karakteriyle örtüşen modern elemanları ortaya çıkararak yapının karakterini çok iyi bir şekilde kullandı. Ancak enteresan olan bu projenin, en az diğerleri kadar modern olan sanat eserlerinin bu belirli bağlam içerisinde nispeten uyumlu görünmesi ve yukarıda bahsettiğin nötrlük kavramına neredeyse tamamıyla ters düşmesidir.
S.JA.: Evet ama bu bir yenileme projesi.
S.A.: Tamam ama benim anlatmaya çalıştığım nokta şu ki, karakteri olması o kadar kötü değil. Bence yeni bir yapının da karakteri olabilir’ ve sanat adına ilgi çekici bir mekan ortaya koyabilir.
S.JA.: Sanalı engelleyecek baskın bir karakteri olmadığı sürece buna katılıyorum.
Bu bağlamda bir mekanı ‘galeriye özgü’ kılan unsur nedir?
S.J.A.: Bunu cevaplamak için öncelikle neyin ‘bir mekanı galeri yapmadığını’ imgelemek gerek. Bana göre sanat eserlerinin kendilerini ifade etmek için sakin bir mekana ihtiyaçları var. Örneğin karmakarışık, yoğun ve görsel olarak ‘gürültülü’ bir mekan kötü bir galeri mekanına işaret eder. Haliyle bunun tam zıttı da ‘galeriye özgü’ bir mekan yaratır. Fakat yine de bu bir genellemedir. Londra’da bulunan Sir John Soane Müzesi karmakarışık olarak addedilebilir ancak yine de kusursuz kompozisyonu, organizasyonu, gün ışığı ve yapay aydınlatma, kullanımı, duvar renkleri ve daha fazlası, burayı aynı zamanda eşsiz güzellikte bir sergi ve sergileme alanı yapmaktadır. Bu yüzden yeniden “Kurallar çiğnenmek içindir” diyebiliriz.
SA.: Bence bu tamamen soruyu nasıl yorumladığınızla alakalı o yüzden ben kendi yorumumla cevaplayacağım. Soru içeriğinin, nasıl bir yaklaşımın bir galeride özgün mekanlar yaratabileceği olduğunu anlıyorum ki bence bu çok daha ilginç bir soruyu kapsıyor. Daha önce belirttiğim gibi ben bir mekanın iyi bir galeri alanına dönüşmesi için tamamıyla nötr olması gerekliliğine ne pek katılmadığımı söyleyebilirim. Bunu benim için en iyi açıklayan mekan, Paris’te eski bir yapı içerisinde konumlanan Picasso Müzesi’dir. Sanıyorum ki bazıları nötr bir mekanın onun çalışmaları için daha iyi bir alan oluşturabileceğini öne sürebilirdi. Ancak bana göre bu evin odalarındaki garip düzenlemeler burayı özgün bir galeri yapıyor ve böylece mekansal olarak da zihnimde yer ediyor. Bu gibi bir yaklaşımı yepyeni bir’ galeride de denemek isterim. O yüzden bence bu biraz mimarın veya tasarımcının mekanı ele alış biçimiyle, biraz da -eğer gerçekten var ise- mevcut yapının size sunduğu olanaklarla alakalı. Kısacası mimarların, nötr olmaya çalışırken mekansal bağlamda zorlayıcı ve özgün mekanlar yaratmak için geri planda kalmamaları gerektiğini düşünüyorum.
Tüm akımları bir kenara koyarsak, sanat galerilerinin tasarımına nasıl yaklaşmamız gerekiyor?
S.JA: Belirli bir amaç için tasarlanmış bir galeride bir sergi yaratmanın daha az zorlayıcı olacağını söyleyebilirim. Çünkü tasarımcının uğraşması gereken bir eksik bileşen olacaktır: Dönüştürülen mevcut mekanın karakteri. Ancak yeni tasarlanmış galeri mekanlarının olanakları ve niteliklerini inkar etmemek adına sağladıkları görsel ‘sessizliğin’ mekan dilinin yalın esaslarıyla çalışabilmek adına mükemmel bir fırsat yarattığını söyleyebilirim.
SA.: Sadece sergiledikleri sanat eserlerini dönüştürmeyen, aynı zamanda kentsel peyzajı ve şehrin ekonomik geleceğini kalıcı olarak değiştiren birçok yeni sanat galerisi örneği de mevcut. Bilbao Guggenheim Müzesi buna iyi bir örnek konumunda ve sanıyorum ki ticari olarak baktığımızda aynısı Paris’teki Louis Vuitton koleksiyonu için de geçerli. Ancak her ikisinin de tek bir ortak noktası var: Hiç kimse galeri mekanları olarak tasarlanan bu yapıları iç mekanlarıyla bilmiyor. Bu yapılar bir yandan kalıcı olarak zihnimize kazınmış aile ismini yüceltmek, diğer yandan da Bilbao örneğinde olduğu gibi, şehre gelen ziyaretçi sayısını arttırmak için tasarlandılar. Bilbao’daki yapı 100 milyon dolar değerinde ve şehir için yılda 300 milyon dolar değerinde ziyaretçi trafiği oluşturuyor. Bu yüzden başarılı bir galeri olduğu söylenebilir. Fakat bu galerilerin isimlerini internette araştırdığınızda önünüze gelen görüntülerin yalnızca yapıların dış kısımlarını gösteriyor olması bir hayli ilginç. Uzun süreli bir araştırmanın sonunda iç mekanları bulduğunuzda ise bunların sanata bütünüyle egemen olmuş gösterişli biçimlerdeki gereksiz jimnastik formları olduğunu görüyorsunuz. Bence bu yapıların içinde sanat, ilgisini kaybediyor ve üzücü bir biçimde yok oluyor.
İkinizden de anladığım kadarıyla sunulan işin sergide öne çıkmasını savunuyorsunuz. Son işlerinizden örnekler vererek açıklarsanız çok seviniriz.
S.JA: Mekan bir araçtır ve sanat da içeriktir… Kesinlikle sanatın öne çıkması gerektiğini düşünüyorum. Bazen sanatın da mekanı öne çıkartabildiği ilginç bir durumun meydana geldiğini düşünüyorum. Bu bağlamda, farklı sergiler ve sanat eserleri ile aynı mekanın tekrar tekrar dönüşüm geçirerek ‘yeni’ bir mekana evrildiğini görmek bana büyük bir keyif veriyor. Ancak tecrübelerime dayanarak serginin barındırdığı sanat eserinin veya nesnenin, tekrar tekrar dönüşüme uğrayabileceği daha nötr bir mekana ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Benim işlerim, sergi içeriğinin sürekli değiştiği, kalıcı olmayan bir yapıdan oluşuyor. Bu yapı sağlandığında, hareket etmenin kolay olduğu bir mekana ihtiyaç duyuyorum ve gerektiği kadar burayı ışıklandırıyorum. Tabii ki eğer bir galeride belirli bir form dahilinde çalışıyor olsaydım ve tarihsel açıdan ilgi çekici tarafları olsaydı, ortaçağa ait Sistersiyen Manastırı’nda gerçekleştirilen “Slovenya’da Hristiyanlık” sergisinde olduğu gibi bu fırsatı değerlendirmekten büyük keyif alırdım.
S.A.: Bir sergi tasarımcısı olarak Sanja’nın ilgilendiği iş, mekanın yalnızca çeşidi sanat eserlerini kapsamadığı ve aynı zamanda belli başlı bazı konular hakkında hikayeler anlattığı tematik sergilerin aksine, sürekli değişim geçiren sanat temelli sergiler için tasarlandığı bahsettiğimiz türdeki işlerden biraz farklılık gösteriyor. İlginçtir ki burada o tarz bir sergiden değil, Sanja’nın dediği gibi sanatın mekan karşısında yaşamasını sağlayacak daha nötr bir mekana veya zemine ihtiyaç duyduğu, daha çağdaş bir sanat türünden bahsediyorsun.
S.JA: Evet, örneğin “Şövalye, Prenses ve Ejderha” isimli sergim tarihteki şövalyelerin hikayesini anlatan geçici bir sergiydi. Şövalyelerin zırhlarından, metinlere, el yazılarına ve 400 sene öncesinin savaş kıyafetlerine uzanan objeleri barındırıyordu. Bu tarz bir sergi, çok sayıda talebe cevap verebilmek için fazlasıyla esnek bir mekana ihtiyaç duyuyor. Çoğunlukla da gün ışığına ihtiyaç duyulmuyor.
S.A: Doğrusunu söylemek gerekirse İstanbul, çağdaş sanat, mekanlarından bu tarz bir sanat ve müze mekanının eksikliğini çok çekiyor.
S.JA: Her halükarda bu soruya bir cevap olarak şunu söyleyebilirim ki benim yaptığım iş, objelerin bir mekanda mutlaka ön plana çıkmak zorunda olmadıklarını gösteriyor. Çünkü içeriğine bağlı olarak sergilerin bunu sağlaması gerekiyor. Fakat böyle sergi alanlarını veya benzerlerini oluşturan mekanlar her yönden ilgiye ihtiyaç duyuyorlar. Aralıklı mekanlar, sirkülasyon alanları ve onların bağlantılarından bahsediyorum.
SA: Birçok çağdaş sanatçının işinin gösterildiği ve sürekli değişen bir içeriğe sahip galeri mekanlarının, tematik müze benzeri bir deneyim sunmak adına tasarlanan mimarlıktan ve mekanlarından daha farklı gereksinimlere sahip olduklarım söyleyebilirim. Ayrıca bahsetmeyi unuttuğumuz tek unsur olan doğal ışık da çok önemli bir faktör. Tarihsel açıdan ihtişamlı olan müzelerin ve sanat, galerilerinin, doğal ışığı mekanlarda kullanma konusunda hep çok zekice veya. basitçe tasarlanmış yaklaşımları olmuştur. Günümüzde bu yaklaşımı çok az görüyoruz. Bu da mimarların istedikleri şeyi yapabilme özgürlüklerinden ileri geliyor. Ancak unutmamak gerekil” ki yakın tarihe kadar gün ışığından yararlanmak bir zorunluluktu. Adamamamız gereken bir de sürdürülebilirlik açısı ve olgusu var. Gösterilen sanat eserlerinin birçoğu gün ışığı altında yaratıldı ve dolayısıyla yaratıldığı süreçteki mevcut ışığın altında gözlemlenmeleri gerekiyor. Mimarlar olarak elektrik ışığının her şeyi hallettiği gerçeğiyle biraz fazla rahatlamış durumdayız.
Sanat merkezlerinin veya müzelerin sıklıkla şehrin bir bölümünü ve hatta tamamını değiştiren veya dönüştüren bir katalizör görevi gördükleri düşünülür. Kendi sergi tasarımlarınızı geliştirirken bunu göz önünde bulunduruyor musunuz?
S.JA.: Bence belirli bir serginin tüm şehir bağlamında dönüştürücü bir etkisi olmasını beklemek çok fazla olacaktır. Ancak sergiler için tasarlanmış bir bina kesinlikle bu görevi üstlenebilir. Bilbao veya Pompidou gibi bilinen örnekler hakkında konuştuk. Bana göre İstanbul, tasarımları veya konumlarıyla şehri dönüştürme görevini üstlenecek bu tarz sanat merkezlerinin eksikliğini çekiyor.
SA: Bana kalırsa Türkiye’yi böyle iyi örneklerle tanıştıracak bir sorumlu yatırım sürecine giriyoruz. Grimshaw Mimarlık, Koç Çağdaş Sanat Müzesi’nin tasarımını üstlendi ve inanıyorum ki bir gün Dolapdere’yi tamamen değiştirecek. Ancak bana göre bu şehrin en büyük eksiğini, tasarlanması gereken ve büyük yankı uyandıracak Taksim Meydanı Projesi dolduracaktır. Bu alan İstanbul’u uluslararası ölçeğe taşıyacak acil bir müdahaleye ihtiyaç duyuyor ve tabii ki bu proje uluslararası bir yarışma olmaksızın yapılırsa hepimize çok yazık olur.
S.JA: Evet, İstanbul da kendi Pompidou Merkezi’ne ihtiyaç duyuyor. Ancak bunu tabii ki Gezi Parkı’ndaki ağaçlara olabildiğince zarar vermeden ve yeşil alanın hakim olduğu bir çerçevede toplumun en derin ihtiyacını da düşünerek gerçekleştirmek gerekiyor. Çünkü İstanbul’un ayııı zamanda yeşil dokuya da ihtiyacı var.
S.A: Olumlu bir gelişme olarak da Londra bağlamında bahsettiğim, Saatchi ve Lisson galerilerine benzeyen küçük ölçekli galeri projeleri ile ilgili haberler duyuyorum. Bence İstanbul’daki sanat sahnesi, şehirde kuruldukları bölgeleri kendi ölçekleri dahilinde dönüştürebilecek güçte olan bu mekanları, finanse edip destekleyecek bir seviyeye ulaştı. Fakat Sanja’ya tamamen katılıyorum. İstanbul aynı zamanda dünya geneline işaret edecek, yalnızca uluslararası ölçekte bir sanat mekanı yaratan değil aynı zamanda şehrin daha geniş çevrelerine de odaklanan Pompidou Merkezi’ne benzer bir sanat merkezine ihtiyaç duyuyor.