Yapı Magazin – Selçuk Avcı Söyleşisi
İnsan ve Doğa Eksenli Bir Yapılaşma Yaklaşımı: Sürdürülebilir Mimari
Mimaride inovasyonun, sürdürülebilir, sosyal ve ekonomik iyileşmelere de katkı sağlayan tasarımdaki organizasyonun sadece bir parçasını oluşturduğunu vurgulayan Mimar Selçuk Avcı, mimaride inovasyon kavramının, proje mevzuatlarında zorunlu hale getirilmesini ve denetlenmesi gerektiğinin altını çiziyor. Türkiye’deki mimarlık eğitim sisteminden yakınan Avcı, “Türkiye’deki mimarlık eğitimi öğrencileri sabırsızlığa yönlendiriyor ve mimarlar gerçek dünyayı görmeden hemen mimarlık pratiğine başlamak istiyorlar” diyor.
Öncelikle sizi tanıyalım… Kendinizden bahseder misiniz?
İngiltere’de 1984 senesinde Bath Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra bir süre Arup Associates’de çalışıp 1988’de kendi ofisimi açmaya karar verdim. Staj dönemimde Feilden Clegg Bradley Studio’da çalışmıştım. Beni iş hayatına hazır hale getiren bu iki tecrübeydi. Kendi ofisimizle yarışmalar kazanarak ve erken başarılar elde ederek İngiltere’de ismimizi duyurmayı başardık. Ardından Markus Lehto ile birlikte yatırım danışmanlığı konusunda hizmet veren Urbanista’yı kurduk. 2008 yılında ekonomik kriz tüm Avrupa’yı etkisi altına alınca Avrupa’daki projelerimiz durdu. O nedenle Londra’da bulunan ofisi küçültmeye karar verdik ve krizden çok fazla etkilenmeyen Türkiye’de çalışmalarımızı yoğunlaştırdık. Projeleri İstanbul’dan, gayrimenkul ve yatırım işlerini de Londra’dan yürütmeye başladık. Avcı Architects çeşitli safhalardan geçerek bugünkü halini aldı diyebilirim. Ofis olarak ilk günden bu yana tasarım ve kavram kalitesindeki ısrarcılığımızdan hiçbir zaman ödün vermedik. Bizim için tasarım bir katmanlandırma sürecidir. Bir çözümün ortaya çıkışı projeyi saran konuların anlaşılması ve bunlarla yakınlık kurulmasına dayanmaktadır. Basmakalıp çözümlerden kaçınarak meselenin DNA’sına inmeye çalışıyoruz. Bizi heyecanlandıran bu husustur.
Mimarlık ve inovasyon ilişkisini nasıl tariflersiniz? Teknolojinin bu denklemdeki yeri nedir?
Günümüzde sıklıkla duyduğumuz inovasyon, yenilikçilik, yenileşim gibi kavramların sadece yüksek teknolojiye sahip çözümler olarak algılanmaması ve tasarım kararlarıyla bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle mimaride inovasyon, daha büyük ölçekte sürdürülebilir, sosyal ve ekonomik iyileşmelere de katkı sağlayan tasarımdaki organizasyonun sadece bir parçasını oluşturuyor. Bunun yanı sıra, dünyada artık ülkeler arası inovasyon ölçümlerinin oldukça yaygın olduğunu ve bunlardan ikisinin Avrupa İnovasyon Karnesi (European Innovation Scoreboard) ile Küresel İnovasyon Endeksi (Global Innovation Index) olduğunu da biliyoruz. Küresel İnovasyon Endeksi’nin 2015 verilerine göre; Türkiye inovasyon performansında 58. sırada yer alıyor ve Türkiye’nin yenilik kapasitesinin arttırılması, yeni ürün-üretim, hizmet ve yeni sistemler yaratmanın mimarlık üretimiyle doğrudan ilişkisi var. Sürdürülebilir mimarlık sistematik inovasyon politikalarına ihtiyaç duyuyor. Mimaride sürdürülebilirliğin uzun vadede sosyo-ekonomik ve sistematik bir süreçle kendi etkin ve yetkinliğini kazanabilmesi için mimaride bazı inovasyon yaptırımları uygulanması gerekiyor. Devletin, proje mevzuatları çerçevesinde, her proje için, inovasyonda yaptırımlar konusunu kendi özelinde ve sürecinde değerlendirip ayrı bir destek mekanizması yaratması gerekiyor. Mimaride inovasyon kavramı, proje mevzuatlarının zorunlu bir süreci haline getirilmeli ve denetlenmelidir. Projedeki fikrin orijinalliği, ekonomisi, sosyal hayata katkısı ve uygulama süreci değerlendirilmeli ve her proje öncesindeki araştırma-geliştirme süreci, ortamı ve teknik altyapısı takip edilmelidir. ‘Mimarlık’ ve ‘inovasyon’ arasındaki ilişkiyi, tasarımlarımızda tercih ettiğimiz yerel malzemelerin inovatif kullanımı ve yere özgün doğru analizler yaparak mimaride teknolojinin gerektiği ölçüde kullanımı üzerinden tarifliyoruz.
Sürdürülebilir mimarlık nedir, kısaca açıklar mısınız? Siz sürdürülebilirlik ile ilgilenmeye ne zaman/ nasıl başladınız?
Sürdürülebilir mimari, insan ve doğa eksenli bir yapılaşma yaklaşımını anlatır. Kendi içerisinde de çok önemli; ekolojik, etik ve ekonomik diye adlandırdığımız üç ayrı ekseni vardır. Dolayısıyla ekolojik mimari anlamında, tam olarak sürdürülebilirliğin ilklerini bütünleştirmek istiyorsanız, diğer iki segmenti de vurgulamanız gerekir. Bunun ötesinde, ekolojik mimaride sadece mimarinin birtakım cihazlarla desteklenmesinden bahsetmemeliyiz. Mimarinin gayretleri doğanın bir parçası olduğundan, içinde olduğu ortamdan esinlenerek kendi kendini sürdürebilmesine doğru yönlendirilmeli diye düşünüyorum.
1970’lerde, Araplar petrol vanalarını kapatıp dünyayı krize atarken, Norveçli filozof Arne Naess “Derin Ekoloji” terimini bize tanıtıyordu. Bu felsefe, çevremize bütünleşik bir gözle bakmamız gerektiğini söylüyor ve insanların doğa içindeki yerinin ve rolünün sorgulanmasını öneriyordu. Bu hareket şu sıralar yine güçlenmeye başladı. Fakat 1970’lerde, petrol krizinden dolayı mimarlık üzerinde enerji tasarrufu odaklı etkiler görülmeye başlamıştı bile. Bunun kapsamı uzun bir süre küçük ölçekli konut projeleriydi, fakat günümüzde her tip binayı içine çekmiş durumda.
Mimarlığı, mühendislik açısından da düşünme zorunluluğu ekolojik yaklaşımın ve enerji verimliliğinin önemli bir faktör olduğunu benimseyerek eğitim almamızı sağladı. O zamanlar bu anlayışı biz ‘genius loci’ olarak adlandırıyorduk, yani yerin karakteristiğini benimseyerek ‘yere göre tasarlamak’… Bu anlayış, enerji ve ekolojiyle ilgili değerlerle bir araya gelince sürdürülebilir mimari kaçınılmaz bir hale geldi. Benim bu konuya olan ilgim Bath Üniversitesi’ndeyken başladı diyebilirim. Okul bittikten sonra hep bu tür pratikleri aramaya başladım. Esas ilgim, bu konularla ilgili pratik tecrübeleri olan firmalarla çalıştıktan sonra oturmaya başladı. Çalıştığım şirketler olan Feildcn Clegg Bradley (o zamanki adıyla Architecture Shop), Arup Associates ve Energy Conscious Design’da edindiğim deneyimler birikimlerime katkıda bulundu.
Avcı Architects projelerini farklı kılan tasarım prensibi ve etkenlerden söz eder misiniz?
Günümüzde birçok mimar ve mühendis farklı ve nitelikli özellikler için çalışıyorlar fakat çalışma biçimleri ya da alışkanlıkları dikkate alındığında, belki de yüzde 5 ile yüzde 10 gibi bir aralıktaki mimar – mühendis, bizi ilgilendiren yaklaşımla çalışıyor; bu yaklaşımın tarifi de sanırım “holistik” ya da bütünleşik tasarım… Türkiye için de çok önemli bir konu olduğunu düşündüğümüz bütünleşik tasarım teknik, sanatsal ve yapısal her bilgiyi bir araya getiren, çok yönlü bir düşünce tarzını ifade ediyor. Michelangelo, Mimar Sinan, Leonardo da Vinci gibi ustalar aslında bütünleşik tasarım yapıyorlardı. Bu tür isimlerin çağımızda benzerleri yok, çünkü yapı artık geçmişle kıyaslanamayacak kadar komplike bir konu. Bir binanın mekaniği, elektriği, teknolojisi, aydınlatma tasarımı gibi bir sürü farklı boyutu var. Tüm bu alanlardaki bilgiye tek bir kişinin aynı seviyede hakim olması ve yaratıcı olabilmesi imkansız bir durum. Bu konularda en iyiyi yapan insanların, bir araya gelerek ekip olmaları ve birlikte kafa yormaları gerekiyor.
Türkiye Müteahhitler Birliği Binası (TMB), Türkiye’de sürdürülebilir mimarinin en iyi örneklerinden… Aldığı ödüller ve özellikle içerisindeki termal labirent ile uzun süre gündemde kaldı. Bu tasarım ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Bölgenin ilkim şartlarını derinden analiz etmeden ekolojik tasarım yapamazsınız. Dolayısıyla Ankara’yı bu anlamda çok iyi analiz ederek, o iklim şartlarında termal labirent sistemini kullandık. Bunun nedeni, yaz ortasında bile gece ve gündüz sıcaklıkları arasında büyük fark olmasıydı. Gündüz sıcaklığı 30-35 dereceye yükselirken gece sıcaklığı 15-18 derecelere düşüyor. Dolayısıyla gece düşen sıcaklık doğal yollardan elinizde olan ve kullanmanız gereken önemli bir kaynak. Labirent de bu kaynağı değerlendirmek için kurulmuş bir sistem. Termal labirentin ne olduğu ile ilgili olarak da, aslında ana fikri çok eski devirlere, Roma mimarisine dayandığını söyleyebilirim. O dönemde yapılar tuğla duvarlar sayesinde yerden yükseltiliyor ve hava kanalları ile zeminden ısıtılıyorlardı. Türk hamamları da Roma mimarisinden esinlenerek şekillenmiştir. Termal labirentin çalışma yöntemi de buna benziyor. Labirent bir ısıl kütledir, beton ya da taş gibi ısıl yoğunluğu yüksek olan bir malzemeden yapılır. Yani termal labirent yaz aylarında düşük gece ısısını depolayarak gündüz yapının pasif olarak soğutulmasını, kışın ise toprak altının öz ısısının kullanılarak yapının pasif olarak ısıtılmasını sağlıyor. Bu, tabii ki bulunduğunuz yerin doğal iklim şartları uygun olduğunda yapabileceğiniz bir sistem. Böylelikle Türkiye’de ilk kez termal labirent sistemini kullanarak standart binalara oranla yüzde 50 enerji tasarrufu sağlamış olduk.
Güncel projelerinizden bahsedecek olursak, Afrika’daki büyük ölçekli karma yapı tasarımlarınız ve orada proje yapmak konusunda neler aktarabilirsiniz?
Avcı Architects olarak sadece mimarlıkla uğraşmıyoruz, farklı ölçeklerde ve niteliklerde projeler üretiyoruz. Kentsel tasarım (master planning), mimari ve iç mimari tasarım ve sergi tasarımlarına kadar yoğunlaşan projelerimiz bu çeşitliliği oluşturuyor. Son dönemlerde Afrika’da aktif olarak çalışıyoruz. Kongo Cumhuriyeti’nde bir kongre merkezi ve otel tasarladık; ardından çok kısa bir sürede inşaatına başlandı. Bu Türkiye EXIM Bankası tarafından fonlandırılan bir proje ve bence bulunduğu bölgede büyük bir yankı oluşturacak. Ayrıca Türkiye’de, İstanbul’un en nezih ve doğası hassas olan bölgelerinden birinde bir mahalle/konut projesi yapıyoruz. Sosyal boyutlarından dolayı ses getirecek bir proje olacak. Önümüzdeki dönemde ise Dubai’de Expo 2020, Astana’da yine Expo ve St. Petersburg’da karma kullanım bir şehir merkezi projelerimiz olacak.
Türkiye’deki mimarlık eğitim sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mimar olmak ya da o alanda yetkin sayılmak, sadece eğitiminizi tamamladığınızda kabul gören bir olgu değil. Eğitim ve tecrübelerimden yola çıkarak ifade etmeliyim ki, gelecekteki meslektaşlarım için bu kendilerini keşfetmek, yenilemek, kendilerini sorgulamak, katılmak, hatta çatışmakla ilgili bir durum. Ben altı dolu bir tabandan bir fikrin üretilmesini sağlamakla ilgiliyim, bu da kişinin güveniyle artan bir şey, ben eğitim hayatlarında onu nasıl güçlendirebilirim, bununla ilgileniyorum.
Türkiye’deki mimarlık eğitimi öğrencileri sabırsızlığa yönlendiriyor ve mimarlar gerçek dünyayı görmeden hemen mimarlık pratiğine başlamak istiyorlar. Türkiye’de öğrenim sürecinden sonra diplomayla birlikte alanında yetkin kabul edilen genç mimarlar hemen kendi ofislerini açma eğiliminde oluyorlar. Bunun uluslararası bir yetkinlik için tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Henüz finansal, yönetimsel, ticari, felsefi ve mimaride tam olarak altı doldurulamadığı için nitelikli mimarlık üretmenin imaj üretmenin ötesine geçememesi Türkiye’deki eğitim süreciyle ilişkili aslında.
Aynı zamanda bunun başka bir boyutu olarak da 3-4 yıllık tecrübeye sahip mimarların kendi ofislerini açmasıyla, uzun yıllar kendi teorisini ve altyapısını kurgulamış, yeterli bilgi donanımına sahip tecrübeli mimarlık ofislerinin bir alt nesli yetiştirme fırsatlarının elinden alındığını ve böylece bilgi akışında da kesintiye uğradığını düşünüyorum.