Architectural Review’da Selçuk Avcı ile İstanbul’un gelişen inşaat sektörü üzerine

 

“Türkiye’nin patlayan ekonomisi İstanbul’un kültürel ve tarihi merkezini söküp atıyor.”>
Türkiye, inşaat endüstrisinin gelişme hızı ile örneğine az rastlanır bir “Avrupa” ülkesi. Artık 19. yüzyılın “Avrupa’nın hasta adamı” ünvanından kurtuldu. Bu gelişimin sonucu olan inşaat halindeki devasa kent parçaları yalnızca “bu paralar nereden geliyor ve sonunda bütün bunları kim alacak?” diye düşündürmekle kalmıyor aynı zamanda “bu durumun üzerinde enine boyuna düşünecek yeterli zamanımız var mı” sorusunu akla getiriyor..

İstanbul hâlâ tepelerini süsleyen enfes camiler ve minarelerin oluşturduğu, New York, Paris, Floransa’da da olduğu gibi şehri karakterize eden etkileyici bir silüete sahip. Ne var ki, tarihi Bizans/Osmanlı şehrinin biraz ötesine bakar bakmaz özgün bir formdan yoksun yükselen büyük, dilsiz beton ve perde duvar yığınlarının oluşturduğu gökdelen kütleleriyle karşı karşıya geliyorsunuz.

Her sabah penceremden Boğaz’a bakarken bu kayıptan üzüntü duyuyorum ve bu müdahelelerin geri dönüşünün olmadığını bilmenin çaresizliğini hissediyorum.

Korkuyla beklenen büyük deprem ise yapılarda öylesine sert deprem yönetmeliklerinin uygulanmasını gerektiriyor ki çok az mimar formlarla oynamaya cesaret edebiliyor. Bu kıyımın sebeplerinden beni en çok üzeni ise mimarların cost-benefit dengesi üzerine müşterileri duyarlılaştırmak bir yana, doğru ve estetik yapılar tasarlamak için gerekli zamanı ve bütçeyi talep etmektense fiyat düşürerek rekabet etmelerini zorunlu kılan ve kaliteden bu kadar kolay ödün verebilen bu sistem. Dolayısıyla bu hızlı kaybın suç ortağı yine biz mimarlar. Uluslar arası rekabeti dışarıda tutan bu sistemden kimse karlı çıkmıyor aslında.

Bir de bunun yanı sıra, neredeyse bütün metropolitan alanları hem merkezden hem de yerelde yöneten ve mevcut ekonomik büyümenin bu değerli olanağını olabildiğince hızla maksimize etmek için inşaatları sürdürme konusunda kararlı ve istikrarlı bir hükümete sahibiz.

Kısacası Türkiye ve İstanbul sokak sokak böylesine inşaat altındayken, keşke bu ekonomik gelişimi yerel yönetim sistemimiz, kamu hizmetleri ve operatörleri bu ölçüde hızlı bir değişim için yeterince eğitilmeden, bu kadar hazırlıksız karşılayacağımıza hiç karşılamasaydık diye bile düşündürtüyor. Daha da kötüsü, biz mimarlar fiyat ve zaman üzerinden rekabet ederek kendimize ve şehirlermize verdiğimiz zararın farkında değiliz.

Bu, aslında ücretlerin yükselmesinin beklendiği büyüyen bir ekonomide bir çelişki. Bazı nadir şirketler dışında, yatırımcılar çoğunlukla bu paradoksu anlamıyor ve zaman ve bütçeden tasarruf ederek daha verimli bir tasarım süreci ve uzun vadede daha kaliteli bir hizmetten feragat etmeyi tercih ediyorlar.

Türkiye’nin, birçoğu dünyada da tanınan, küresel ölçekte rekabete girebilecek, ödüllü büyük mimarları var. Ancak aynı derecede başarılı müteahhitlik firmalarının belirlediği sınırların ötesinde bir uluslarası rekabete girmekte zorlanıyorlar.

Deprem yasaları bir başka olanak daha sağladı: şehrin çeperinin onarımını olanaklı kılan bir kentsel yenileme planı. Geçen yılın sonunda meclisten geçen ve yatırımcılara metropolitan alandaki bütün mahallelerin yıkılıp yeniden yapılması için yerel halkın en az yüzde 70’inin imzasını topladıkları takdirde açık yetki veren kentsel dönüşüm yasası ülkenin beklediği büyük fırsattı. Ancak bu fırsat silüette daha çok beton kütükler serpiştirilmesiyle sonuçlanırsa sadece korkulan tahribatın gerçekleşmesi anlamına gelir.

İstanbul’da bu kısır döngüyü çözmek için uluslararası mimarlar, daha doğrusu uluslararası rekabet bir anahtar olabilir. İstanbul’un ise onlara sunabileceği en cazip tarafı, hiçbir yerde, özellikle çoğu Avrupa ülkesinde artık bulunması zor olan, geniş kentsel ölçekte yaratıcılıklarını ortaya koyma şansı.

 

Photo credit © Tolgahan Akbulut

Recent Posts

Leave a Comment