Istanbul Art News Mimarlık Ekinde Selçuk Avcı Röportajı: Mimarlar Sorumluluk Almalı
Istanbul Art News’in Temmuz ayı Mimarlık ekinde yayınlanan röportajı Yasemin Şener gerçekleştirdi.
Mimarlıkla ilk olarak nasıl tanıştınız?
Ailemde benden başka mimar yok. Babam jeomorfologdu, haritacılıkta uzmanlaşmıştı ve üniversiteden sonra araştırma yapmak için yurtdışına çıkmaya karar vermişti. İlk olarak Rotring marka rapidolarla babam sayesinde tanışmıştım. Bir süre babamın master yapmaya gittiği Hollanda’da yaşadık. Ardından Türkiye’ye döndük. Ben ortaokulu bitirmeden babamın doktorası için İngiltere’ye yerleştik. Annemle babam ben 15 yaşındayken İngiltere’den ayrılıp Afrika’ya yerleşmeye karar verdiler. Ben çocuk yaşta olduğum halde daha stabil bir hayatı ve İngiltere’de kalmayı tercih ettim. Lisede babamın da yönlendirmesiyle fizik, matematik, mühendislik bilimleri eğitimi aldım. Mühendislik bilimleri, mühendisliğin her boyutunu ele alan bir eğitimdi. Makine tasarımları, dolayısıyla tasarımla da ilk defa orada tanıştım.
Üniversitede ilk seçiminiz de galiba mühendislikten yana olmuş…
Üniversiteye önce elektrik ve elektronik mühendisliği okumak üzere girdim. Kısa süre içinde yanlış bir ortamda olduğumu fark ettim. Artık öyle değil, ama o sıralar mühendislik eğitimi hala yaratıcılığın sınırlı olduğu bir daldı. Ve ben daha yaratıcı bir işle uğraşmak istediğimi anladım ve mimarlık bölümüne geçmeye karar verdim. Bath Üniversitesi’nde ise genelden farklı olarak benim bugünkü mimari varoluşuma temel sağlayan bir ortam vardı. Mimarlıkla, mühendisliğin birlikte okunduğu, entegre tasanın anlayışı üzerine kurulu olan ve İngiltere’de ve dünyada ilk denebilecek bir sistemdi. Bui’o Happold’un kurucusu Ted Happold hocalarımızdan biriydi. Prof. Michael Brawn da Mimarlık Bölüm Başkanı’ydı. Mimarlarla mühendislerin paralel okumalar yapmasını öneren bu bölüme mühendislikten girerek zaman içinde mimarlıkta kendimi ispatladım ve mimarlık bölümüne geçtim. Bu bölümden mezun olan insanlar şu anda entegre taşanının tüm dünyada öncülüğünü yapıyorlar. Sürdürülebilirlik konusunda danışmanlık hizmeti veren Atelier Ten’in kumcusu Patrick Bellevv oradan yakın arkadaşım.
Sürdürülebilir ve ekolojik mimariye olan yakınlığınızın temelleri de okulda mı atıldı?
Mimarlığı mühendislik açısından düşünme zorunluluğu ekolojik yaklaşımın ve enerji verimliliğinin önemli bir faktör olduğunu benimseyerek eğitim almamızı sağladı. Bugün tüm projelerimizde kurmaya çalıştığımız ekolojik, ekonomik ve etik dengenin temelleri aslında o yıllara kadar uzanıyor. O zamanlar bu anlayışı biz ‘genius loci’ olarak adlandırıyorduk, ‘genius loci’, ‘yere göre tasarlamak’ anlamına geliyor. Yerin karakteristiğini benimseyerek ona göre tasarlamak… Bu anlayış, enerjiyle ve ekolojiyle ilgili değerlerle bir araya gelince sürdürülebilir mimari kaçınılmaz bir hale geldi. Benim kişisel olarak da bu konuya büyük ilgim vardı. Okul bittikten sonra hep bu tür pratikleri aramaya başladım. Daha sonra çalıştığım şirketler olan Feildcn Clegg Bradley (o zamanki adıyla Architecture Shop), Arup Associates ve Energy Conscious Design’da edindiğim deneyimler de birikimlerime katkıda bulundu.
O yıllarda Türkiye’deki mimarlık ortamı uzaktan nasıl görünüyordu?
Türkiye’ye sık sık gidip gelemiyordum. Mimarlıkla ilgili gelişmeleri daha çok dergilerden takip edebiliyordum. Türkiye’de tanıdığım ilk mimar Can Çinici’dir. Emre Arolat, Nevzat Sayın adını duyduğum mimarlardı. Ancak Türkiye’de mimarlık postmodenizmin eşiğinde pek fazla ileri gidemiyordu. Buradaki ekonomik seviyeyi de algıladığım için mesleki tırmanışa burada başlamanın çok verimli olmayacağını görebiliyordum. O yıllarda uluslararası pek çok yarışmaya proje gönderiyorduk. Arredamento, Tasarım gibi dergiler benim yarışma projelerime yer vermeye başladılar. Dolayısıyla buradaki mimarlar da benim işlerimi görmeye başladı. Hiç unutmam, Nevzat Sayın’la yüz yüze karşılaştığımızda bana söylediği ilk şey “Demek ki o güzel binaları tasarlayan adam senmişsin” oldu.
Türkiye Müteahhitler Birliği (TMB) Binası’nın yarışmasına nasıl davet edildiniz?
Prag’da yaptığımız karma kullanımlı bir yapının bünyesinde yer alan alışveriş merkezinde enerji tasarrufunu dengelemek için bir termal labirent önermiştik. Bunu Ankara’da bir konferansta anlatmak mümkün oldu. Yüksel İnşaat’ın CEO’su Emin Sazak projeyi o konferansla dinlemiş. Ardından Emin Sazak bizi TMB Binası Yarışması’na davet etti. Yarışmanın şartnamesinde binanın ekolojik değerlerinin en yüksek seviyede tutulmasını istediler. Tam bize göre yazılmış bir programdı. Her zamanki gibi işe bir mühendislik ekibi kurmakla başladık. O sırada çevre mühendisliği dediğimiz şey Türkiye’de yoktu. Konsept çalışması düzeyinde bize katkıda bulunabilecek bir mühendis bulamadık. O yüzden ben Atelier Ten’in kurucusu Patrick Bellew’u bizimle birlikte bu yarışmaya katılması için çağırdım. Yarışma iki etaplıydı. Önce kısa listeye kaldık ve ondan sonra son seçim yapıldı.
İşveren olarak TMB’nin vizyonu ve projeye katkısı hangi boyuttaydı?
İngiltere’de yapılan bütün çalışmalar böyle yürür. Mimar hiçbir zaman yanına mühendisleri ve danışmanları almadan kendi başına bir yarışmaya girmez. Türkiye’de binaya entegre edilmiş sürdürülebilir mimari anlayış yaygın olmadığından bu durum hala garip karşılanıyor. Mühendisler hala projenin son aşamasında başvurulan kişiler Türkiye’de. Tasarım bittikten sonra, bunu nasıl ayağa kaldırırız meselesiyle başa çıkması gereken insanlar olarak görülüyorlar. TMB binasında şanslıydık. Bir mühendislik firmasının yanımızda olması müteahhitlere çok doğal geldi. Müteahhitler Birliği’nin binasını ele alıyorduk ve bütünleşik tasarımdan söz ediyorduk. Bunun ne olduğunu çok iyi anladılar ve büyük bir iştahla, bunu yapalım, dediler.
Nedir peki bütünleşik tasarım?
Michelangelo, Mimar Sinan, Leonardo da Vinci gibi ustalar aslında bütünleşik tasarım yapıyorlardı. Teknik, sanatsal ve yapısal her bilgiyi bir araya getiren, çok yönlü bir düşünce tarzı, bütünleşik tasarım. Bu tür isimlerin çağımızda benzerleri yok, çünkü yapı geçmişle kıyaslanamayacak kadar komplike bir konu artık. Bir binanın mekaniği, elektriği, teknolojisi, aydınlatma tasarımı, bir sürü farklı boyutu var. Tüm bu alanlardaki bilgiye tek bir kişinin aynı seviyede hakim olması ve yaratıcı olabilmesi artık imkansız bir durum. Tek başına bir mimarın performansı bütünleşik taşanını elde etmek için yeterli değil. Bu konularda en iyiyi yapan insanların bir araya gelerek ekip olmaları ve birlikte kafa yormaları gerekiyor.
TMB Binası’ndaki termal labirentin çıkış noktası nedir? Binaya neler katıyor ekolojik açıdan?
Termal labirentin ana fikri aslında çok eski devirlere Roma mimarisine dayanıyor. O dönemde yapılar tuğla duvarlar sayesinde yerden yükseltiliyor ve hava kanalları ile zeminden ısıtılıyorlardı. Türk hamamları da Roma mimarisinden esinlenerek şekillenmiştir. Termal labirentin çalışma yöntemi de buna benzer. Labirent bir ısıl kütledir, beton ya da taş gibi ısıl yoğunluğu yüksek olan bir malzemeden yapılır. Ankara’da o iklim şartlarında bunu kullanmak istememizin nedeni, yaz ortasında bile gece ve gündüz sıcaklıkları arasında büyük fark olmasıydı. Gündüz sıcaklığı 30-35 dereceye yükselirken gece sıcaklığı 15-18 derecelere düşüyor. Dolayısıyla gece düşen sıcaklık doğal yollardan elinizde olan ve kullanmanız gereken önemli bir kaynak. Labirent de bu kaynağı değerlendirmek için kurulmuş bir sistem. Bu, tabii ki bulunduğunuz yerin doğal iklim şartlan uygun olduğunda yapılabilecek bir sistem. Zaten bölgenin iklim şartlarını derinden analiz etmeden ekolojik tasanın yapamazsınız.
Leed Platinum Sertifikası’nı almaya hak kazanan TMB Binası başından itibaren sertifikaya uygun olarak mı tasarlandı?
Bizim yarışma sürecinde ilk tespitimiz bu binada uygulanacak sürdürülebilir tasarımın ölçülebilir bir seviyede olması gerektiğiydi. Bunu derecelendirmek ve taçlandırmak gerektiğini söyledik. Sürdürülebilir yapılarla ilgili olarak da Leed Sertifikası’nı önerdik. Leed Platinum hedefini ortaya koyduk ve bunu yaparız, dedik. Leed Platinum Sertifikası’na uygun bir tasarım toplam maliyeti % 10-12 oranında etkilerken, Leed Gold Sertifikası ise toplam maliyeti %5 oranında artırıyordu. Türkiye Müteahhitler Birliği bir dernek olduğu için Leed Platinum hedefi başlangıçta biraz fazla maliyetli geldi. Leed Gold’un hedeflenmesine karar verildi. Binanın tasarımı bittikten sonra termal modellemeler yapıldı ve Leed puanları ölçüldü. Yenilikçi tasanın alanında yapının çok yüksek puan aldığı görüldü. Tabii ki o zaman herkesin ufku açıldı ve hedef Platinum’a dönüştü. Sonuçta hedeflendiği gibi de oldu.
Sürdürülebilirliğin farklı bir boyutu da yapıların uzun ömürlülüğü ve dönüştürülebilmesi… Sizin bu yaklaşımdaki sürdürülebilir projeleriniz hangileri?
Yaptığın binaların gelecek nesillerde de kullanılabilir olması sürdürülebilirlikte çok önemli. Yanlış bir yatırını yaptığınız zaman o binayı yıkıp sil baştan yeni bir bina yapmak, harcadığınız büyük bir kaynağı tamamen çöpe atmak demektir. Tabii yıkılma, olasılığını da göze alarak kullanılan yapı malzemelerinin geri dönüşümlü olmasını mutlaka iyi kurgulamak gerekiyor. Yeni bir binada bunu her zaman düşünmek zorundasınız. Öte yandan, mevcut binaların da geri dönüşümü çok önemli bir konu. Yeni tamamladığımız Summa Genel Merkez binası bu dönüşümün iyi bir örneğidir. Seyrantepe’de 1970 -80’lerde yapılmış eski bir ambar… Yapının mimari olarak hiçbir özelliği bulunmuyordu. İmar yönetmeliğindeki bazı güçlükler nedeniyle işveren yıkmak yerine o binayı güçlendirip yeniden yapma kararı aldı. Biz de binayı yönetim merkezi yapısına dönüştürdük. Yapıyı tüm detayları ile yeni bir bina gibi tasarladık. Enteresan bir proje çıktı ortaya. Bir diğer dönüşüm projemiz de Astoria Alışveriş Merkezi oldu.
Alışveriş merkezleriyle ilgili yanlış yatırım patlamasının ilk kurbanlarından biri oldu galiba Astoria…
Evet, Astoria’da yaşadığımız hikaye, Türkiye’nin yakın gelecekte alışmak zorunda kalacağı bir durum gibi görünüyor. Çünkü son 10 yıl içinde müthiş bir hızla ve plansızca çok sayıda alışveriş merkezi yapıldı. Şehrin merkezinde birbirini çiğneyen bir sürü AVM var. Türkiye yakın zaman içinde bir AVM’ye hücum paniğine kapıldı ve Astoria da bunun belirgin örneklerinden biriydi. O noktada belki o kulelerin altında bir alışveriş fonksiyonu olması gerekiyordu ama o ölçekte olması yanlıştı. Yeterince çekim gücü yoktu ve kısa zamanda olan gücünü de yitirdi. Astoria’da ilk önce Urbanista olarak işverene bu yatılımın nasıl kurtarılabileceği konusunda yönlendirmelerde bulunduk.
Urbanista olarak Astoria için ne tür bir vizyon belirlediniz?
Biz Urbanista olarak bu süreci ‘envisioning’ olarak adlandınyoruz ve bizim icat ettiğimiz bir terim bu. “Envisioning”, mimari süreç başlamadan, yatırımcının o yer için vizyonunun ne olması gerektiğini tanımlamak üzerine kurulu. Yatırımcılar genellikle yüzeysel ve rakamsal bir analiz yaparlar ama genellikle bunun vizyonunun ne olacağını tanımlayamazlar. Bağlamını, şehirle ilişkisini, kullanıcıyla ilişkisini, toplumsal potansiyelini o seviyede çalışmazlar. Rakamları deneyimlemenin yanı sıra ‘envisioning’ sürecinde aynı zamanda paralel bir kentsel planlama olması gerekiyor. Rakamsal, toplumsal, sosyolojik bir sürü evresi olan araştırmalar sonucunda yatırımın yönünün ve potansiyelinin ne olabileceğini, rakamsal olarak nasıl işleyeceğini anlatan bir çalışına yaptık. Astoria’nın çekim gücü oradaki çalışanlar bölgesiyle ilişkili. Çoğunlukla işyerlerinin ve yürüyüş mesafesinde çalışan insanların bulunduğu bir konumu var. Dolayısıyla Astoria hafta sonu alışverişe çıkan birilerinin adresi olamaz. Kısaca metrekare olarak alışveriş orantısını azaltmak gerekiyordu. Mevcut metrekarenin yarısını alışverişe dönüştürmek, yeme – içme mekanını bir sokağı veya mahalle ortamını anımsatacak şekilde yenilemek, geri kalan üst katlardaki alanları ofise dönüştürmek, Astoria’ya yaptığımız temel müdahaleler oldu.
Sokak dokusu Balance Güneşli projesinde uyguladığınız konsept, değil mi?
Evet, o da başlangıçta Urbanista olarak ele aldığımız projelerden biri. Şölen Çikolata Bağcılar’daki bu araziyi aldığında orada tam olarak ne yapabileceğini bilmiyordu. Urbanista olarak bize danıştılar. Araziyle ilgili tüm potansiyeller araştırıldı ve konut ağırlıklı bir karma projede karar kılındı. Biz de her zaman savunduğumuz yöntemi burada deneyimleme şansı bulduk. Bu ölçekteki yapıların şehir dokusuna bir katkıda bulunması gerekiyordu. Şehir dokusunu esinlendirmesi, yani orada olmayan bir şeyi başlatması gerekiyordu. Tüm ada boyutunda bir master plan önerdik. Bunu belediyeye de açıkladık. Böyle bir yaklaşımın doğru olacağım belediye de onayladı. Bir yandan emsal imkanı olduğu için yüksek bir yapı yapmak mümkündü. Öte yandan da sadece yüksek bir yapı yapıp geçmek sıradan bir yaklaşım olacağı için ezberi bozan bir tasarımın peşine düştük. Aslında çok alışılagelmiş bir yöntem uyguladık. Bir mahalle dokusu üretmeye karar verdik. New York kenti de kulelerle dolu. Birçok kule var ama aralarında dolaşabiliyor, kendinizi şehirde, mahallede dolaşıyor gibi hissedebiliyorsunuz. Sokaklar, dükkanlar, zeminde insan ölçeğini çok iyi kabul eden bir hayat var. Yüksek kuleler yaparak da bu hayatı kurgulamak mümkün yani. Yeniden keşfedilmesi, icat edilmesi gereken bir konu değil aslında, ama tuhaf bir biçimde Türkiye’de bu tamamen göz ardı ediliyor.
Kent kültürümüzde var olan sokak ve mahalle hayatından kapalı sitelere nasıl geldik?
Ranta yönelik bir tasarım anlayışı var Türkiye’de. Ranta yönelik bu anlayış mimarları da yanlış yönlendiriyor. Eğimli bir arazide 0 kotunu arazinin giriş üst kotundan aldığınız zaman onun altındaki bölge emsal dışı oluyor. Mevcut yer 0 kotunun altında olduğu için islediğinizi yapabiliyorsunuz. Biz Balance Güneşli projesinde rant uğruna, 0 kotunu maksimize etmek uğruna, yandan geçen sokakları göz ardı etmemeye karar verdik. Dolayısıyla eğimli arazinin ortasından geçen yaya sokağı ve yanlarından geçen yaya ve araç sokakları ile kent hayatına duyarlı bir doku yarattık. Bağcılar’daki bu araziyi tasarlamakla kalmadık, tüm bölgeye bir gelişim vizyonu kazandırdık. Dedik ki, biz kapalı bir site yapmayacağız ve kendi arazimizi sokaklarla geçirgen kılacağız. Tabii ki bu durum yan arazilere gelen insanları da esinlendirecek. Onlara ipuçları verecek.
Sürdürülebilir ve ekolojik yaklaşım bu projede de tasarım kararlarınızı yönlendirdi mi?
Tasarladığımız her binayı ekolojik açıdan sürdürülebilir kılmak mimar olarak benim zaten görevim. Balance Güneşli projesinde de binanın kabuğu tamamen sürdürülebilirlik kriterleriyle oluşturuldu. Kat bahçelerinin mekanlarla ilişkisi, yeşil alanların yaşam alanlarıyla ilişkisi, binanın cephe kurgusu da öyle… Türkiye’de enerji harcamamızın %80’i dışarıdan ithal ediliyor. Binalar da bunun yüzde 50’sini tüketiyor Eğer binalar bunu en aşağıya indirgemezse Türkiye’nin enerji faturası her zaman çok yüksek kalacak. Mimarlar sorumluluğu almazlarsa enerji bağımlılığımız hep devam edecek.